GECENİN HIKAYELERI

       Çok sessizdi gece.Karanlığın derinliğinde bir kuş,kanat çırpsa.Gecenin yürek çarpıntısı gibiydi.

       Ürperen Ay. Bulutların ardına gizlenir,ortalık sakinleyince ortaya çıkardı.korkudan kızaran yüzü yavaş yavaş yeniden bakır rengine döner ve kasabayı çevreleyen her yûksek tepelerde sek sek oynayarak batı yönüne gider ve bir tepenin ardına gizlenirdi. Ve kıyıda oturmuş balık tutan yada yakamozları seyredip iki kadeh içip bir duble romantik müzik dinleyen bir avuç insan.. Ay da battı,artık yatma vakti derdi.

        Yerinden kalkamayacak kadar sarhoş veya henüz kalkmaya erken diyen,bir elin parmaklarından az insanlar ise,kalır ve karanlığın en acı seslerini dinler.Ağlardı.

       Yanaklarından süzülen yaşlar,ayak parmaklarından sahile ulaşan her dalga ile buluşup göl sularıyla buluşurken... Gölün kuruyan yüreğine can katar,ve derdine derman olurdu.

       Şimdilerde bu romantizmi yaşayan veya o anı yakalayan ne kadar romantik var,bilemem. Bildiğim,artık geceler ne kadar karanlık ve sessiz olsada,top patlasa duyan ya yok,yada var ile yok arası bir çizgide.

      Yeni nesile "Z"kuşaği deniyor.Bir önceki kuşak neydi ki.?"Z"nin anlamı zevk kuşağıymış,orta kuşaği unutun ve demekki bizim kuşak,geri zekalıydı. Sevgi ve sevdalara saygi duyar gecenin karasında sevdamızı hayal eder,mutlu pembe hayallerin ortasinda aniden uyanırdık. Sabah olmuş,Okul yada iş saati...

      ×××××

      Oysa dün gece sahilde,mithatin çaybahçeşi incir altinda yada şehrin göbeğinde kumcuların yazlık sinemasında,Orhan Gencebay "ufukta batarken bir akşam güneşi" derken.kardeşler sinemasının yazlık bahçesinde başka bir film.

"Akşam oldu hüzünlendim ben" diyerek tam karşıdaki beyaz duvara.( o zamanlar beyaz perdeydi sonraki yıllar Îlk "tv".yayınları başlayınca ismi bu kez. Beyaz cam oldu..Şimdilerde bir isim bulmam gerek,yahu ne olur yardım edin de bir ortak isim bulalım. Beynim durdu, tutun elimden dur.. ismi şu olsun deyin ne olur..

     Iznikte lale sineması perdeyi indirmiş.kardeşler sineması kapıya kilit vurmuş ve iznik belediyesi iş hanı,kardeşler sineması önünde sıralanan. Atun makas berber,yaninda renk matbaası,bitişiğinde laz memedin birahane... pardon.Arada kardeşler sinemasının girişini atladım.Onun  ve kumcu sinemasinin önünde o zaman ki ismi ile iznik lisesi disiplin kolu öğrencilerine yakalanmadan teksas, Tommiks kitapları satardım.

     Bizim zamanlarımızda her okulun sosyal faliyet kolları vardı.Temizlik, Kitaplik, haysiyet,disiplin,Kızılay yeşilay vs.vs.. Sıkıysa bu gün ki öğrenciler gibi sahilde gezin,saç uzatın ve saat 20.00 dan sonra sokağa çıkıp gezin.

      Sıkardı.sağ ve sol cebinizde iki kumaş mendil ,ve sabah okula gidersiniz. Seremonisi biter sınıfa girersiniz.Sağ ve sol cebinizde ki mendilleri  çıkartır sıraya serer ve üzerine iki elinizin parmaklarını koyarsınız.

     Tabi bu olaylar olurken,eger gürültü ettiyseniz sınıf mümessili (başkanı) isminiz soy isminiz ve sınıf numaranızı kara tahtanın sol yanına konuşanlar diye yazar ve ilk derse gelecek öğretmene sunardı.Sınıf başkanı birinci ve ikinci dönem olmak uzere iki kez seçilir ve görevini liyakat(yani òğretmene ve idareye muhabirlik yapmayan) ile yapmayan başkan görevden indirilir ve yerine yardımcısı getirilirse. Neyse,temizlik kolu öğrencileri öğretmenden önce kontrol eder kimin eli pis,tırnağı uzun ve o gün ki deyimle sol cep mendili sümük,sağ cep mendili temizlik içindi ve tırnak uzun mendil pis,eller kırılsın,öğretmen öncü birliğin bilgilerini dikkate alırdı.Yani sinema,çay bahçsi,sokak,tiyatro gibi sosyal etkinliklerin sergilendiği salonları denetleyen ve yine okuduğunuz okulun öğrencileri tarafından seçilen disiplin kurulu öğrencilerinden sonra en korkulan öğrenci kurulu,temizlik kurulu ve ardından kütüphane koluydu.

 

     Ne anlatıyordum ben yaaa, neler saçmalamışım. Yahu ben,romantizm i şehri ve o şehrin romantizmini yaşayan bizim nesili yazacaktım,nerelere geldim.

      ××××××

     İnsan beynini formatlayıp sıfırlayan bir sistem olmalı,ki. Geçmiş günlerde yaşananları unutsun hatırlamasın. Zaman bolluk bereket zamanı,unutun gitsin maziyi yi. Eskiye rağbet olsa bit pazarına nur yağardı.Beyninizi formatlayamıyorsanız ozaman evinizde köşe bucağı arayın,varsa tavan arası dahil. Size eskiyi anımsatacak ne varsa bulun ya geri dönüşümü olmayacak şekilde çöpe atın yada en iyisi,yakın kurtulun. Siyah beyaz fotoğraflar,eski çeyiz ve saklandıklari sandıklar,ne varsa size geçmişi animsatan yok edin.

      Yani kendiniz ve kentinizin ruhuyla boğuşmaktan kurtulun. Biz geçmişi gördük,yaşadık ve sizinle aynı yüz yılı yakaladık yaşıyoruz.

      Biz bir mum,çıra veya gaz lambası ışığında ders çalıştık aydınlandık veya o karanlığın ürkütücü sessizliğinde yolumuzu yönümüzü bulmaya çalışırken,doğacak sabahlara umut ile baktık..

      Elbisen de yama varsa değil,yırtık varsa ayıplanırdın.Takım elbisen dahi olsa ki o zamanlar hazır giyim nadir ve pahalıydı ama. Bu gün sağda solda sadece paça katlama gibi ufak işlerle uğraşan teraziler,o günlerde en gösterişli ve sizin istediğiniz modelde bedeninize cuk oturan takım elbiseler dilerdi. siz provaları aksatmayın.  Elbise dikildimi yeni iskarpin gerek,terziden çikar ayakkabiciya gider,ölçüsünü verirsiniz ve bir hafta on güne yeni ayakkabı da hazırdır.Size teslim edilmeden önce sorulur,topuğuna burnuna ve ayağın dış yanına gelen bölüme demir çakayım mı.? Çak derseniz özellikle de yürümek istediğiniz yer hep beton veya taş zemin olur ki her adımda sokak çınlasın. Yani yamalı gez yırtık gezme ayakkabın temiz ve bakımlı olsun gün aşırı evden çıkmadan boya.. zamanla eskiyen demirleri yenilen ki ayakkabın uzun ömürlü olsun.

         ××××××

     Biz bu kasabada yetmişli yıllarda tozlu sokaklarinda gazozuna maç,mahalle aralarında kızlar yüzünden tartışma,uçurtma,misket,saklambaç,çelik çomak,oynarken her mahallenin gençliğine saygı duyar adetlerini veya kurallarını yok saymaz,kuralları çiğneyeni kendimiz cezalandırdık. Saygımız vardi yani,çünkü mahallelerin insanları da bir nevi etnik kimliğe ve gelenek göreneklerine sahipti.Bir mahallede cemiyet varsa o mahallenin gençlik başkanı davet ederse gidilir,cemiyet kurallarinca hareket edilir hediyeler takdim edilir ve usulca geri dönülürdü.

      Cambazın kahve sabaha dek açık,yoldan gelip han veya otel parası olmayanları bir bardak çay parasına sabaha dek ev sahipliği yaparken. Cin Alinin kahvesi her sabaha halk meclisi gibi selam ederken,sansarak ormanlarından at sırtında gelen odun la pişen çayı,misafirlerine ikram ederdi.

       Parası olana kahvehanelerde bira bile servis edilirken aylardan temmuz mevsimlerden yaz ise,o günlerde yeni yeni hayat bulan göl sahiline gelip mayosuyla güneşlenen kadınlara bakmak ise ayıp sayılırdı.

      Balık pazarının oldugu yerde bir iki birahane vardı,biri de kör burhanın kimene birahanesiydi ki... o salondan çıkan asla o sokakta taşkınlık etmez ve o mekanlarda da kadın çalıştırılmazdı.

      Kılıçaslan caddesinde bir tek şeyin çığlığı vardı. O da lefkekapıdan girip hander fırınınî geçince ikiye bölünüp caddenin sağ ve solundan neşe içinde koşarcasına akıp bu gün ki adıyla gölde üç yol ağzındaki şarlaklardan döle dökülen iki küçük dereciğin çılgın naaralarıydı.

       Surlar karanlık,sur dışı katran karasîydı. Darka,Gölköy,topkapı dışı.... Geceni rengiyle örtülü ve şehrin geçmiş asırlarında yaşayıp bu dünya ya hasret duyan hayaletleriyle doluydu.Kasabanın doğusundan doğup gelen yirmi nin üzerinde dere ve üç beş de oldugu yerden kaynayan pınarları,sur içini taciz etmeden ovadan göle ulaşip özgürlüğe koşardı... Ve biz. Özelkikle su kenarlarına hava kararınca yanaşmazdık.Çünkü su kenarlarında cin ve periler vardı,hedefleri de hep çocuklar dı. Hadı çık çıkabilirsen.

     Göl sahilinde bu gün liman dediginiz noktadan ötesi karanlıktı. Sadece gün ışıyınca bu gün öner marketin oldugu noktadaki trafo binasının oldugu yerde yani sahilde belediye mezbahasından kesilen hayvanların bağırmaları gelir ve gündüz o mezbaha yakınında veya ònünde en güzelinden irrisinden göl balıkları,yayın ve sazan,lefkit çapak,kalabalığı dikence ve istakoz. tutulurdu.Bu gün yeni nesile ve yeni nesil göl balıkçilarina sorun. Kaç kişi bu isimleri hatırlar.

      Hele ki ıstakoz nasıl tutulur ağları nasıl ve içine ne konuldu.? Bu gün gòl tabanı taransa o kerevit-istakoz kepçelerinin en azından demirlerini bulur ve bir gün açılacak kent muzesinde onlara da yer verirdik.

        ×××××××

     Kasabaya dair ne varsa. Kendi hayaleti

ile didişen bir kasaba düşünün.

Evlatlarının bile hoyratça, hırpaladığı...Kimseden çekmedi kendi insanından çektiğini.Küsmedi,darılmadı.Yüreğinde ki cenneti çıkarıp sundu.

      Gündüzleri pulluk çapa,ne varsa biz.Geceleri ise karanlik yüzler,ellerinde kazma kürek kaldık durduk toprağını.Aranan bir avuç altındaydı,yoksa kasabanın hayaletimi bilinmez.Bildiğim her gece karardığinda ruhları rahatsız edilen mezarlardan çıkıp sur aralıklarından girip şehrin sokaklarına dağılan,gün ağardığında ise kaybolan bedenlerini arayan ruhlardı. Aslı olmasa,çocukluğumuzda bize hep hayalet hikayeleri anlatmazlardı.

     Burada ben bir mola vereyim.Ve iznik icra müdürü rahmetli Bülent Güler ağabeyin çocukluğum şiiri,iznik i anlatsın. Mekanı Cennet olsun.

"ÇOCUKLUĞUM"

Bülent Güler.

iznik çarşısı dardi

iki deresi vardı

geçmişten geleceğe

akardı çocukluğum

kör melek ud çalardı

hep eski şarkılardı

umutsuz sevdalara

ağlardı çocukluğum

dışı çamur sivali

çivit mavi boyali

iki katli sofali

evlerdi çocukluğum

çarşının dereleri

kapatıldı akmıyor

kör melek göçtü gitti

artık udu çalmıyor

evlerim çivit mavi

boyanmiyor ne oldu?

şehrin sokaklarında

çocukluğum kayboldu

   

      Bütün şehri,geçmişi bir şiir ile özetlemiş,benim yazmaya uğrastiklarımı bir çırpıda anlatmış.Allah mekanını Cennet eylesin ..

              ×××××××

   GECENİN SESLERI BÖLÜM-2

    

     Hayat çok acımasız,bizler ise çok vefasızdık. Onun bize sunduğu hiç bir şeyin değerini bilmedik,bilemedik.Verilenlerin hiç bitmeyeceğini ve ne zaman elimizi uzatsak ulaşabileciğimizi sandık.

     Her gün gördüğümüz insanların bile bir gün sessizce aramızdan ayrılıp gecenin karasında kaybolduğunu göremedik. Öğrendiğimiz de ise önceleri şaşırıp üzülsek te iki gün geçmeden unuttuk gittik.

     Aynı şey şehrin mimarisi içinde geçerliydi.  Ata dede yadigarı eski çeyiz sandıkları evler..Onları da birer birer yıktık yok ettik. Okadar estetik ve güzellerdi ki, o güzelliklerini görmezden gelip kurbanlık bir koyunu keser gibi kazma kürek,boğazlardık.

     Hiç düşünmedik hiç arkamızı dönüp o kafes pencerelere yada cumbalarına son kez bakıp orada oturup bize gülümseyen bu dünyadan göçmüş büyüklerimizin hayaletlerini görmedik.Çift kanatlı desenli pirinç tokmaklı kapılara dokunmaya korktuk. O zamanlar her evin bahçesinde o evin sır küpü gibi bilezikli su kuyuları vardı ve her kuyudan ortalama üç metre derinden berrak,buz gibi sular kaynardı, çıkrığa bağlı kova ile çekip içerken meğerse bu günlerin göz yaşlarını kuruturmuşuz.

     Anılardan o kadar korkmuşuz ki yada geçmişimizden. O başları kiremit çatılı büyük bahçe kapılarımızın arkadaşına bir daha açılmasın ve anılar saçılmasın diye o demir emniyet kilitlerini de takip öyle yıkmişız.O koca kapılar Ana yüreğimize girerken baba kucağı ve güvenli gölgesi gibiydi, o kapıların bile kendine has mimari dokusu mevcuttu. Halkalı elcek,ağaç sürgülü kilit ve tepesinde bir gelen var diye hane halkını uyaran çıngırağı vardı.

     

     Bahçelerde üzüm asma sı ve olmazsa olmazı olan mutlaka bir çardak olur,sıcak havalarda yaz gün ve gecelerinde hane halkını altında barındırırdı. Hemen herkesin bahçesinde bir yada iki küçük baş hayvan ve çoğunluğun da da at arabası ve at bulunurdu.Evlerin ise bir odası mutlaka ipek böceğine ayrılmıştı.Sokaklarda ki boş arazilerde ve evlerin bahçe veya önlerinde vaz geçilmez ağaçtı "DUT". Sükunet o kadar fazlaydı ki,ipek zamanı böceklerin dut yaprağını yerken çıkan çıtırtı bahçeden duyulurdu.

       Şehrin gök yüzü geceleri bu kadar aydınlık değildi ışık kirliliği yoktu yani ve biz geceleyin gök yüzüne baktığımızda bütün takım yıldızları görür seyreder ve bu yıldız takımının adı ne,bu,şu,ne falanca yıldız nerede.? Diye bilgi yarışması bile yapardık. Yani anlayacağınız,yaşadığımız toprağı ve onu kaplayan gök kubbeyi bile avucumuzun içi gibi bilirdik.

      Yani bunları bilmek çokmu önemli dediğinizi duyar gibiyim. Evet önemliydi derim.Şimdi ki çocuklara falanca yıldız nerede desek ve ya küçük ayı büyük ayı,cezve,kutup yıldızı veee en önemlisi,şarkıların vaz geçilmezi,SAMAN YOLU..! BIZIM ZAMANIMIZDA KİMSE KİMSENİN ÖNÜNDE DIZ ÇÖKÜP EVLILIK TEKLIF EDİP BİR KAÇ AY VEYA YİL SONRA AYRİLMAZDI. Sevdakeşler,Samanyolunu gözler,bulur Aşkını ilan eder ve sevdasının elinden tutar binlerce yıldızın yan yana gelmesiyle oluşan o yolda el ele yürürken...Tepelerine konfeti gibi yıldız yada metor yağardı.Öyle hazır kimse yokken ve hava karanlık ortam gece dur hele,seni biraz öpeyim seveyim sonra sen yoluna ben yoluma değildi. Yürünecek tek yol vardı onunda ismi romantizm sokağı "Samanyolu".

          ×××××××

   Şimdilerde o melodiyi duymak bile nostaljik mucize. Çalsınlar bakalım,yeni nesil ne isteyecek yada cep telefonundan başını kaldırıp o notalar için ne düşünecek.?

      Kar yada yağmur yağsa,gece dolunay olsa efkarlanır bir kaç satır bir şey yazardık.Yazar efkarlanır sevdalarımızı düşünür daha bir kaç saat önce ayrılıp evlerimize gitmiş dahi olsak özler,yastığa başımızı koyduğumuz da rüyada görsem diye dua ederdik.

    Bir fıkra vardır bilirmisiniz bilmem. Ama bilseniz de bilmeseniz de ben yazayım,belki dediklerimi daha iyi anlarsınız.

     Papazların evlenmesi dini inançları gereğince yasaktır.

      Bir gün iki papaz yola çıkar,dağ taş aşar ve yollarını güldür güldür akan bir dere,kendilerinin tarafında ise karşi kıyiya geçmeye uğraşan yaşlı bir kadın görürler.

     Kadın ne yapsa karşı kıyıya geçemez.Bunun üzerine papazlardan biri kadını sırtına alır ve karşı kıyıya geçirir.Olan biteni izleyen diğer papaz da karşıya geçer ve iki papaz yollarına devam eder.

     Olaya karışmayan papaz.Kadını karşı kıyıya geçirene der ki. "SEN NE YAPTIN BILIYORMUSUN?". Bir kadını sırtına aldın ve karşı kıyıya geçirdin.

     Öteki cevap verir." BEN O KADINI KARŞI KIYIDA BIRAKTIM AMA,SEN O KADINI AKLINDA KARŞI KIYIDA BIRAKMADIN HALEN TAŞIYORSUN."

     Aslında ikisi de doğru bildiklerini bağlıdır. Ama biri biraz daha örflere bağlı klasikcidir.  Ama biri bir kez ödün vermiş ve gelenekselliği yıkmıştır. Bu kelimeyi siyasallaştırırsak ismi statüko olur ve statüko bir kez yıkıldımı domino taşlarının bir birini yıkmasi gibi son noktaya dek sürer gider.

     Tamam. Karanlikta oturmayalim bizim yaşadığımız ağir koşulları yaşamayın ama global dünya ya ayak uydururken duygularınızı da kaybetmeyin.Japonlar mesela teknolojik dev lakin ruhları o teknolojiden daha buyuk statükocu dev,hassas duygusal insanlar.Bizden daha modern yaşarken asla yozlaşmaya ve geleneklerine bağlı yaşarken. İnandıkları din şintoizm. Ama geleneksel ci ve törelerine bağlı bir millet.

      Şimdi biri diyecek ki sen o dini mi savunup inanıyorsun? Yoo öyle bir şey demiyorum tam tersi bizim dinimiz ondan üstün ve statükocu. Hatta peygamberimizin eşine davranışı,romantizmi ortada,sevgisi de. Bizim ise özgürlüğe yürüdüğümüz belediyelerin döşedigi kesme taş yollarda kadina verdiğimiz değer de ortada.

      ××××××××

   GECENİN SESLERI BÖLÜM 3.

    Bir varmiş bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur zaman içinde, develer tellal pireler berber iken. Ben Anamın beşiği ni tıngır mîngır sallar iken,diye başlardı başımızdaki büyükler,bize bir önceki maziyi anlatırken.

    Haşa,büyüklük benim ne haddime. Ben benim zamanımda yaşadıklarımı aldim kaleme.

     Son bölüme geldiğimde ise şöyle bağlayıp büzeceğim öykü torbasının ağzını.

     GÖKTEN ÜÇ ELMA DÜŞMÜŞ.BIRINCISI YAŞAYANIN, IKINCISI ANLATANIN, ÜÇUNCUSU ISE,DİNLEYENIN AĞZINA,DER DI Bizim zamanımızda ki tüm hikayelerin sonu. Ve yayın hayatına yeni başlayan tv ler de meddah lar, mahalle ve sokaklarda akşamları bir araya gelince geçmiş zaman hikayelerini anlaticilar.

     Nikaia nın kızlar burcunu savunan rum kadın komutanini anlatan da,göl sularında yüzerken karnina batan minare alemini anlatan balikçida. Kentte yaşayan dul rum kadınının ineğini kurda kaptıran eşref oğlu rumiyi anlatan da,ve hatta birinci derece deprem bölgesindeki nikaia-iznik ten zaman zaman havaya fırlayıp kent üzerinde kaybolan parlak renkteki metan gazını görüp nur sanıp geçmise tövbe edip gördüklerini anlatan da .

     Ya besmeleyle başladı öykusune yada develerin tellallik yaptığı zamanla,kimi üç elma ile bitirdi.Kimi ben gördüğümü anlatmamam lazım ama,anlatayım ister inanın ister inanmayınla sonlandırdı. Lakin her anlatılan hikayenin bir gerçek tarafı mutlaka var.isteyen inanır istemeyen inanmaz ama inananlar bu ülkenin geçmişini o hikayeler ile irdeler gerçeği bulur ve yurt dışına uçurur.

     Sonra mı.? Sonrası bellidir. Bir avukatlık şirketi vardır ve ülkelerden kaçırılan hikayeleri gözler. Bir yerde denk gelince ait olduğu ilk ülkeye haber verir.

    Andersen bir masal hırsızdır. Ama çocuk masalları hep onundur.Oysa o bütün hikayeleri Hindistan Afganistan yöresinden toplamış ve Danimarkaya mal etmiştir.

    Ben de nikaia dan çaldığım hikayeleri sizinle paylaşıyorum.

    Bir gün bu hikayeleri birileri bulur ve nikaia ya haber verir.Nikaia eski gücündeyse savaş açar hikayelerini geri alır,maddi gücü varsa bastırır parayı öykülerini satın alır. Her iki anlamda da gucu yoksa,telif hakkı öder satın alır ve halkına okutur.Nikaia serisi bitmez ki, ama  zaman değişir zamane hikayeler gelir geçmiş zaman hikayeleri de unutulur ve kaybolur.

    Yaşım yavaş yavaş altmışa dayanıyor.bir kaç karındaşımı (öz kardeşimi) ve onlarca yaş daşımı (arkadaşımı) kaybettim. Kalanlar iki elin parmakları kadar.

     Benim de öykulerim para etmez,bilin. Ben onları nikaia dan çaldım,unutmayin uunutturmayin diye.

4.CÜ BÖLÜM.

     Göle inince su kuşlarını, tepelere çıkınca ruzgarın sesini dinliyorum.Dinleyin isterim,çünkü tüm geçmişi olanı biteni ve kasabanın ruhunu size en iyi anlatanlardır.

      Doğmadan onların genine işlenir,ana babalarının ilk kurduğu yuva,yavrulama, beslenme alanları,dostları.Düşmanları. Her şey onlar doğmadan ana va babalarindan geçer,bilirler. İlk ònceleri,güzel insanlar.Sonraları ise göl balıkları terk etti bizi.

     Her şey peş peşe geldi,en alttaki taşı yerinden oynatmıştık bir kere ve erozyona neden olmuştuk. Bizim oluşturduğumuz bu sarsıntı,nikaia dan bu gune gelen tüm depremlerden güçlüydü ve ardı arkası kesilmiyordu.

     Tarih tahribatın,tarım.Tarım tahribatını turizm ve kültür tahribatı izledi durdu. Artık sur içinde nikaia,batıda askania gölü,doğu yönünde ise ova hepimize küsmüştü. Doğa bile eski doğa değildi.Kar zar zor yağar,hava gaz yapar kabız olur ve tek damla yağmur düşmez,ishal olunca da doğal afata dönmeye başladı.

     Belki kızıyorsunuz böyle yazıyor bu kelimeleri kullanıyorum diye. Ama artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak ve bu günki nesilden gelenler de bu günleri arayacak. Sorsam ki iznik topraklarında bir zamanlar pamuk tütün ve pirinç ekilirdi,kaç kişi hatırlayacak ve ya yer yüzünün en güzel üzümü,bu topraklarda yetişir ve bağ bozumu bittikten sonra üzüm bayramı kullanırdı? Üzüm bayramı bizans döneminde de mevcuttu. Ve ismi "Hağoğerhmek" yani hasat bayramıydı yok edildi.Sanırım birileri birilerinin kulağina bu bir gavur geleneğidir ve üzüm demek de şarap yani haramdır dedi.Öncesinde üzüm bağları ve ardından da bayram,kasabanın bağrından sökülüp unutturuldu.

     Üzüm bağlarının sonu,tütün ve pamuk tarlaları gibiydi ve yeni ürün olan Zeytin eski rum köylerinden getirilip ovada ki yerini aldı. İlk yıllar ve ardından gelen beş on yıl.üreticisini güldürdü,Derken dağ taş zeytine büründü.Eski rumlar Zeytin bahçelerin de ara ara incir ağacı dikerdi.Malum o zamanlar suni gübre ve ilaçlar icat edilmemişti ve en büyük zararlı ise zeytin sineği,ilacı ise incir den akan incir balıydı.Gübre olarak da besledikleri hayvan dışkısıydı.

     Sanki o yokluk günleri fakirlik dediğimiz yıllarda her şey bilinçli yapılır doğa tahrip edilmezdi.İnsanlar dağ başlarına çıksa ve kaybolsa,hangi ot yenir hangi su içilir ve hayatta nasıl kalınır,bilir gibiydiler.Ve biz bu gün istediğimiz neyse el atınca bulup seviniyoruz belki ama o küçümseyerek baktığımız günlere yeniden gidiyor gibiyiz.

     Merkezde nerdeyse her kubbe veya minare de leylek olurdu.Şimdilerdeyse uzak diyarlardan gelip kışlık yerlerine giden leylekler,kent üzerinde döne döne uçup uzaklaşırken sanki bir zamanlar ki yurtlarına el sallar gibiler.Leylek demek temiz yurt demektir ve onlar temizliğin simgesiyken yuvalanacakları baca bırakmadık,olanları da yıktık attık. Mesela bir tür kertenkele olan zararsız kör yılan veya temel yılanı dediğimiz sürüngen.
GECENİN SESLERI
       İZNİKLİ KÖR MELEK
    
     Evet sonunda dönebildim yazıma.Söz vermiştim size iznikli kör meleği anlatacağım diye. Sonun da hep duyduğum dinlediğim güzel ruhlu zarif insanın bilgilerine ulaştım.Rahmetli Bülent Güler ağabeyin mısralarına da girmiş, ve o da rahmete kavuşmuş iznikli bir değer."KÖR MELEK".

   Tahmini doğum tarihi 1920. dünya ya gelir. Yedi yaşına geldiğinde gözlerine bir musibet tebelleş olur.O yıllar savaşların bittiği ve yoklukların olduğu yıllardır.Yeni mahallede süleyman paşa sokakta tek göz kerpiç bir evde dünyaya gelmiştir.Çocuktur doğup doğmaması ona sorulmadığı gibi nasibi de Allaha havale edilmiştir.

   Yedi yaşında gözlerinde problem vardır,vardırda iznikte doktor, ve onu vilayete doktora götürecek kadar gücü olan yoktur. Tek çare kocakarı ilacıdır. Götürürler.

     henuz görme yetisini kaybetmemiş gözlerine bir ilaç sürülür.Gözlerinde ki perde kalınlaşır, kalınlaşır ve sahne bittiğinde simsiyah olur.

      Buğulu da olsa ışığı gören küçük melek için oyun bitmiş ve perde inmiştir.Artık o bir kör ve lakabıyla birlikte kör melektir.

     iznikteki ilk mektep,ondan çok uzaktır,oysa çocuk adımla yürüse,on dakikalık yoldur. lakin o artık bir kör ve gören insanların önünde bir engeldir.

    Suçunu bilir o..! Ve Tanrının ona verdiği yeteneği keşfeder."ZEKA VE HAFIZA".Önceleri kuran kurslarına dışarıdan dinleyici olur,her şeyi elif ba yı ayetleri beynine nakşeder. O bir roman kızı ve mahallede çalgı sesleri de çoktur.Kur'an dan sonra notaları da beynine nakşeder ve bir gün eline bir "ud".Geçer. bir iki tıngırtidan sonra,UD dile gelir.Artık O meleğin en yakın yoldaşı olur.Onları kıskanan dabruka,Sonunda onlarla birlikte çandaş kalır. 

    O yıllarda iznik te elektirik bile yoktur,çarşıda bir iki kahve de sadece acans (ozaman ki deyimle) saatin de açilan pilli radyolar mevcuttur. Bu üçlü ise muhteşem bir dost tur.Melek artık Kör Melektir ama sesi sözü ve sazıyla iznik te söz sahibidir.Melek önündeki gözü açık engellilere de ışıktır.Çocukluğu döneminde öğrendiği bütün öyküleri her gece evine gelen çocuk,yetiskin anlatir.Gören gözler görmedikleri,duyan kulaklar duymadiklari òykuleri kör melekten duyar dinler ve ağlar.

     Melek.İznikin sesi olur.Muhteşem alaturka şarkılar ve en duygusallıktan turkuler söyler.Her kim nerede düğün yaparsa iznik te,baş assolist o dur. Zaman,acımasızdır.Hızla akar gider, melek yaşlanır Bülent Güler onu tanıdım i bilmem ama dinlediğinden eminim ki etkilenmiş ve şiirinde adını geçmiş.(bu dizinin içinde izini bulabilirsem bulent agabeyi de anlatacağim)

    Sanırım yıl 1974-75. Melek abla yaşlanmış düğün dernek,cemiyetlerden elini ayağını çekmiş.

    İki yakasından iki derenin aktıği caddeden çarşıya gelmiş, Alış veriş yapıp evine dönecekmiş.Son sahnesi de bu olmuş ve kalp krizine yenik düşmüş. Yakınları at arabası ile gelip cansız bedenini alıp götürmüş ve bir akşam üstü defnetmişler. Çok çıktın karşıma be mübarek melek abla.Eşim bile anllatî seni ama ben tanıyamadım seni.Bülent ağabey şiir yaptı bana da yine ölümü yazmak kaldı.Hepisinin ruhları şad,mekanları cennet olsun.MELEK ABLA HIÇ ÇOCUK OLMADI,EVLENMEDI BILE.ISMI GIBI MELEK OLDU VE GÖÇTÜ GITTI BU ALEMDEN. 
×××××
GECENIN SESLERI..

Roma 90 yıl tüm dünyaya hükmeder.Zalimliğinin yanında bütün avrupa ve hatta asya da büyük medeniyetler ve çağın modern dünyasını kurar... 

      Nikaia özgür bir devlettir. Her gece surların ardından doğan "Ay" Surların dışında,askania gölü üzerinde,gece nöbetini gün doğumunda güneşe devreder.Romalı askerler sur üzerinde devriye atarken,yüksekliği zaman zaman on beş metreyi bulan burçlardan geceyi gözetler. güneş doğarken iliklerine dek gece ayazını yìyen sur üzerindeki asker,koyun postundan yapılma pelerinine sarılırken.Yanaklarįna gecenin çiğ taneleri dokunur,soğuk çiğ tanesini teninde hisseden asker. iliklerine dek ürperir.Gök yüzüne bakar,karanlıktır ve doģu yönūndeki tepelerin ardında,cılız bir kızıllık.Güneş,sancılıdır. ve yeni güne doğmak için önündeki kaya ve çalılıktan oluşan tepeyi aşmak zorundadır.Nefes nefesedir.Son bir hamle ile tepeye varır,her bir yanı çizik içinde ve dikenler bedenine yapışmıştır. Canı yanar ve o acıyla kendi krndine iyice kızar,ısınır.Aşağılarda yüksek duvarlar arkasında ki nikaia nın bedeninine yapışmış keneler gibi duran.Taş bloklardan oluşma evlerin gölgesi,gûneşin hareketleriyle kah kısalır,kah uzar.

    Adam akıllı yorgun ve üşümüştur,romalı asker.Sur duvarının yanına montelenmiş dar ve dik merdivenleri hızla inerken... gecenin kırağisına basan sandaletinin ıslak zeminde kaymamasına dikkat ediyor ve elinde tuttuğu sivri ucu yukarıda duran mızrağin sur duvarlarindaki taşlara takılmamasına özen gösteriyordu. Aklında tek düşünce vardı bir an önce koğuşa ulaşip sırtındaki zırhın ağırlığindan kurtulup içi ot dolgu yatağa kendini atıp postekiden oluşan yorganını burnuna dek çekip uyuma derdindeydi.Gūneş onun elinde tuttuğu mızrağin ucundaydı ve bir an önce bedenini çizik içinde bırakan bu çalılık tepeyi geçmeliydi.

    Surların ortasındaki karargahta ki komutanın tüm bu olan biten hiç umrunda dağildi.İsimsiz bir çömlekçinin ayakla döndürdüğü çömlek tezgahında ellerini yırtarcasına şekillendirdiği ve çocuklarına ekmek parası için yüreğindeki fırında pişirdiği toprak testideki şarabı yudumlarken. sıcak odasında alkolün etkisiyle üşüyordu.Güneş iki,üç bilemedin dört mızrak boyu yükselmiş ve askania gõlündeki yansımasından rahatsız olmuş olucak ki kendini bir kalkan gibi yuvarlak etmiş ve fazla ışıktan korumuştu. Romalı asker,koğuşuna ulaşıp yatağina uzanip ısınmaya uğraşirken,yarın hangi sur tepesinde nöbete çikacagını düşünüyordu.

    Garnizondaki komutan toprak testiden doldurduğu şarabi yudumlarken,yüz yıllarca ileriden kör melek,güneşin gümüşi renk ile aydinlatıp parlattıği cümbüşünden guzeller güzeli bir nikaialı kızın kendini yakarak intihar etttiği ve ardından bestelen türküyü söylüyordu.

     Oturduģu yerden kalktı,Bülent Güler ağabey.Dışarısı tam bir cümbüş.Tepeye tırmanan güneş,nöbeti bittiği için surlardan koşarcasına inen asker,merkezdeki yerinde şarap içerken üşüyen romalı asker ve nafakasını arayan "kör melek". Tamam dedi bûlent aģabey,alayınıza icra çıkarttım varın ötesini siz düşünün,geldi makam masasına oturdu bir kaģit ve kalem aldı eline,Nikaia içindeki gürültücü üstelik imparatorluğa borçlu herkese icra mektubu yazdı.

      ölüm Gülle Örtüldü

sokağa bir gül düştü

bütün güller alındı

hafızın kabrindeki

beyaz güller çalındı

koğuşa bir gül düştü

gülü beklerken hasta

hasta gülü görmedi

ebabil kuşu yasta

içime bir gül düştü

gül'izar beste öldü

cerrahpaşada akşam

ölüm gülle örtüldü

      Bülent Güler.

   Tüm şehre-küstü,kesildi icra.Altına attıği mahçup bir imzaydı.

   Romalı askerin titremesi geçmîş,karargahtaki komutan sızmış Nikaia uykuya dalmış.Güneş tepeye ulaşırken,İznikte yeni bir gün başlamışti
×××××
GECENIN SESLERI

  Surların içinde gölgeler kısalmış  hava iyice ısınmıştı.Lefke kapı yakınlarındaki taş atölyesinde sanatkar bir köle büyük bir mermer blok'a son şeklini vermiş ve zengin müşterinin isteği üzerine derin rölyef heykelini kazınmış, etrafına aile fertleri,ve birkaç da tanrı heykeli eklemişti.

     şimdi adını dahi unuttuğu uzaklarda ki bir ülkenin yakılip yıkıldığını hayal meyal hatirliyordu ve şu an güneş,inadına tepesinde duraklamış,kan ter içinde bırakmıştı.

     Gölgeler ondan çok uzaktır,en yakındakine baktı göz kararı ölçtü. olduğu noktaya on adımdı.

    yere düşen gölge ise,köle nin saygı duyup yiyeceğinin yarısını paylaştıği Tanrı Herakles (herkül) idi.Herakles her zaman güçsüzlerin yanîndaydı.  Lakin güneş altında kavrulan bu köleye bir zerre kadar yardımıda yoktu. Galiba yemek diye kendisine verilen sulandırılmış lapadan oluşan çorbamsı sulu sıvınının yarısını ona sunan kölenin armağanını beğenmemişti.Tanrı bu,sana sunduğunun karşılığını almalıydı ve Tanrı,senin verebileceğini isterdi fazlasını deģil ama o bir köleydi ve ona verilen bu,onun da tanrıya sunduğu anca bukadardı. Elinden başka bir şey gelmiyordu,gelseydi bu kadar zayıf ve çelimsiz olurmuydu?.Asla olmazdı. Köklerinden kopartıldigi günleri hatırladı ve şu an uzanabildiği heraklesin gölgesine elleriyle dokundu.

             ×××

    Yerinden doğrulmaya çalıştı,beyni zonkluyordu,sendeledi.tutunacak bir yer ararken eli akşam içi şarap dolu testiye çarptı. Gayrı ihtiyarı el hareketi ile sallanan testiyi tutmaya kalktı,yere düşerken yakaladı.odanın duvarlarında toprak testininin sesi yankılandı.Komutan avucuna baktı,boştu. Oysa az önce elinin çarptığı testiyi yere düşerken yakalamıştı. O bir komutandı ve herküle değil doģrudan Zeusa seslendi."Tanrılar tanrısı,af et beni.Çok içtim ve benliğimi kaybettim. gerçek yere düşüp kırılırken ben,hayali yakaladım.kırılmaktan kurtardım" dedi.
     ×××××
      Karnı gurulduyordu iyice acıkmıştı ve uykusundan midesinde meydana gelen heyelanın gürültüsüne uyanan gece nöbetcisi asker. Bir anda kalktı yattığı ot şilte döşekten. Dün gece,elinde soğuktan donmuş mızrak,ellerinin ısınmasıyla avuçlarından kurtulmuş ve kesme mermerden oluşan zemine düşerken,yattıģi koğuşun duvarları mızraģın ucundaki metalin sesi ile yankılanmıştı.

   Şaşkındı,kendini toparlarken duvara çizilmiş savaş tanrısı "Ares" ile göz göze geldi.Uykudan uyanıca Tanrı ile göz göze ve yakan paçan dağınık bir şekilde gelmek, ne demek bilirmisiniz siz..? Büyük bir savaşta Tanrının sizi terk etmesi ve sizin de o savaşta ölmeniz .. 

            ×××

    Son kez yonttuģu bölüme baktı. evet istediği ve aradıģi daha doğrusu kendisinden istenen her ayrıntıyı işlemişti lahitin üzerine, çaresiz köle.

      En alt köşesine,efendisinin anlam vermediği bir işaret kazımıştı,o kadar mükemmel bir sitilize desenli ki,yüzlerce yıl sonra bu lahiti bulan arkeologlar ve sanat tarihçileri bile şaşkındı.Uzman akademisyenler,kendilerince yorumlar kattı anlattı. Ve o sitilize edilmiş çizgi deseni,devrin sembollerinden yada tanrıların işarwtlerinden biri saydı,Dūnya ya anlatıp tezini kabul ettir di.Başka bir alternatif bulamayan diğer akademisyenler,ilk teoriyi kabul etti. oysa o bir kölenin,üstelik te Tanrının yarattıği ve o yaradılanın kendini diğer yaratılanlardan üstûn gördūgū yaşama tepki işaretiydi.

          ××××

   Gençlik aşkı,anası babası ve doğduğu topraklar uzak,tüm sevdiklerinin yüzü hayal ve sislerin arkasında gizliydi.

     Atölye ye yakın bir yerlerde Romaya ait bir saray vardı.üst katlarında Tanrının çok sevdiģi mutlu,Erkek ve kadınlar. Alt katlarda ise yukarıdaki tanrının çok sevdiģi mutlu insanlara hizmet eden mutsuz kadin ve erkekler vardı. Mutlu mesut insanların ölümü tanrıya,mutsuz insanların ölümü ise.Mutlu insanların iki dudaģindan çikacak tek kelimeye bağlıydı. Geçmişte kim olduklarnın bir önemi yoktu,şu anki konumları önemliydi yani ve onlar tarihin isimsiz kahramanlarıydı.

         ×××××

    Merkezdeki cimnazyum alanında bir hareketlilik vardı.Romalı Asker yeni nöbet yerine gitmek için mecburen önce merkeze,cimnazyumun yanındaki garnizona gitmesi gerekiyordu.Kim bilir belki bu günki nöbet yeri Askania yönündeki surlar olabilirdi.Kordo dökümanus caddesinden (kılıçaslan) merkeze doğru yürürken üzerindeki pusatlar birbirini çarpıyor ve mini bir orkestra gibi sesler çıkarıyordu.Sonunda garnizona ulaştı.

       ××××

     Halen kendine gelememiş ve sarhoşluğunu üzerinden alamamış komutan,yerdeki kırık testi parçalarından yaralanmadan bir iki adım attı.Ayağının altında kalan küçük parçalar,çıtırtılar halinde ufalanip toza dönüştü.Dış kapıya yöneldi,kilidi kaldırıp kapıyı araladı.Güneş bir anda odaya doluverdi.ışık okadar parlaktı ki  adam,sanki bir anda körlük yaşamıştı.Odanın içine ışık ile birlikte temiz hava doldu,komutanı bir öksürük nöbeti tuttu.

      ×××××

     Güney doğu yönündeki burcun merdivenlerini sekercesine inen gölge nin sesi sur duvarlarına vurup yankılanıyordu..
     GECENIN SESLERI-6

O yıllarda batı da Zeus ve Hera,doğuda ise yer ve gõk tengri evrenin hakimiydi. Yer yüzünde beşer,kendini güvende hissedeceği bir koruyucu aramıştı ve hepsi kendince de bulmuştu.
     Bahsettiğim olaylar,milat diye bir kavram icat edilmemiş nikaia diye bir yer henüz şekillenmrmiş ve kale ler bu uzunluğa gelmemişti.Bu gün ki surların içine de henuz görkemli bir kent kurulu değildi.Göle yakın bir yerde,her bir yanından küçük dere ve derecikler akan küçük bir yerleşim yeri ismi de Helikore idi. Her yanı bağ ve bahçe,insanları çiftçiydi.İnsanları mutlu,toprağı bereketliydi.
      İlk yıllarda askania kıyılarından sökülen sararmış sazlıklar iyice kurutulduktan sonra örülerek birleştiriliyor ve ağaç dallarından kurulan iskeleti giydirilip üzerleri toprakla sıvanıyor,yaşanası kulübeler kuruyorlardı. Dereler hemen yanı başlarından geçtiği için su boldu,Su ise kadim medeniyetlerin kurulacağı alanlarda yaşamdı.
     Helikore nin kuzey batısında dağlardan gelip askania ya coşkunca akan dere vardı.Hemen yanı başında kurulmuş köy.Bağların bahçelerin ortasında derme çatma kulübelerde mutlu insanlar,toprakla yatıp yaşıyor nafakalarını kazanıyorlardı.
     Ve yine helikoreye yakın güney yönünde bir yanında doğudan gelen dere,batısında ise askania gölū vardı.Balıkçılık yapar,tuttuklarını  taze taze helikore pazarına getirir,tahıl ve üzüm ile takas ederlerdi.Kuzey batı yönūnde dere kenarında kurulu köy de insanların bir bölümü,Dereden aldıkları mil'i kırmızı kil ile yoğurup saman ile harmanlayıp  kalıplara basıyor ve güneşte kurutuyorlardı.
     Ne yaptıklarının farkındamıydılar bilinmez,bilinen bir şey vardı'ki o da yavaş yavaş mükemmel mimari eserlerinin meydana geleceği toprak biriketler üretiyorlardı.
     Helikore de bir adam,elindeki yumuşak kil'e şekil veriyordu.Güney doğu yönünde ise tek tanrılı din ler yer yüzündeki hakimiyetlerini kurmamıştı.Adam avuçlarında bir adam heykeli şekillendiriyordu.Kendi yarattığı korku ritüellerinden kurtulmak için yeni bir Tanrı yaratmak ve eski tanrıyı yok emek gerekti.İşte bunu başarmış aslînda kendini kabaca şekillendirmişti.Ters giden bir şey vardı,yanlızdı ve hayatında hiç kadın yoktu,olmamıştı. Ya hiç bir yeteneği yoktu yada o günki şartlarda çok çirkindi.Çamurdan yaptığı adamı biraz yüksekce bir yere koydu,güçlü ve güzeldi üstelik henuz yaş olan çamur,ona yeni doğmuş izlenimi veriyordu.Önünden akan berrak bir dere,etrafını çeviren yeşil örtü ve tepesinde zaman zaman beyaz topakların görüldüğü mavi vardi Az önce kendisinden biraz yükseğe koyduğu yaş kil heykel,mavi nin içinde muhteşem di.Adam o görüntuden korktu..Alel acele dere kenarından bir avuç kil aldı hızlı bir şekilde elleriyle biçimlendirdi.Bu kez ki model,diğerinden biraz farklıydı,şekile baktı o sirada ileride ki bağdan üzüm toplayan ve hayvan postlarından kaba bir giysinin bedenini kapattığı kadını gördü.ikinci şekil hiç bir zaman sahip olamadığı kadın figürüydü.Mutluydu,onu da ilk figürün yanına yükseğe koydu. Hava anlamsız sıcaktı ve terleyip susamıştı.
       Ardında sesler duydu,döndü.Bütün köy arkasında toplanmış,yaptığı figürleri bakıyordu.Mavi gök yavaş yavaş griye dönerken kalabalık halen yüksekte duran kadın ve erkeğe benzeyen iki heykele bakıyordu ki birden şiddetli bir patlama,korkunç bir ışık ve kuvvetli bir yağmur boşaldı hepsi şaşkındı ve gök yüzünde olan biteni görmeye uğraşırken bir yandan da kendilerini korumaya uğraşiyorlardı.Netice de mevsim yaz dı. Ve başladığı gibi aniden kesilmişti yağmur. Kara bulutlar uzaklaşırken halen anlamsız gürültuler ve peşi sıra giderken arada patlayan ışıklar vardı.
     Hepsi korku içindeydi.neden sonra toparlandılar ve bu kavga başlamadan az õnce yüksek kayanın üzerinde ki iki figure baktılar. ADAM VE KADIN figüründen eser yoktu,taşın tepesine çıktılar her yeri aradılar ama yok,yoktu işte.Kara bulutların gittiği yõne baktılar,askania gölünün bittiği batı yönünde son bir ışık parlaması oldu,gürültüler sustu ve tepelerindeki Mavi yeniden canlandı.
      İki figürü yapan adama korkuyla baktılar.Adam da olan bitene şaşkındı.Kalabalık sessizce,saygı ve korku ile köy içine dönerlerken,o derenin kenarındaki kayanın dibinde yapayanlızdı,korkmuştu.Yere uzandı ,uyuya kalmıştı.Ne kadar zaman geçmişti bilinmez,köylülerin sesleri ile uyandı.Herkesin elinde bir parça yiyecek vardı ve figürlerin durduğu kayanın uzerine bırakıp gittiler. Adam acıkmış ve yiyecekler de çok güzeldi. Oturdu iştah ile yemeye başladı,dolmuştu ve korkusu da geçmişti.olan biteni düşünüyordu.
          ×××××××
     Gecede kasvet var,ve sessizlik hakimdi.Bedeninden büyük yükü omuzuna almaya çalışan karınca nın ayakları altında çiğnediği kuru yaprakların sesi duyuluyordu. Zaman ilerledikçe ısı düşüyor ve hava soğuyordu.
      Taş merdivenlerden süratle indi,ve bir hışımla merkeze ulaştı.arkasında onu gölge gibi takip eden ölümüne sadık bir avuç fedaisi de beraberdi... Uzaklarda bir yerde medeniyette çok ileri bir devlet bir aşk hikayesi için barbar bir topluluk ile günlerdir savaşiyordu.Kentte ki gönüllü askerler bir an önce yardıma gitmek için telaşlıydılar. Bir avuç fedaisiyle erkek askerlerin yanına vardi topu topu otuz kişilik AMAZON..Yolları ise TURUVA idi.Düşmanlarından olan MİSYALILAR,NİKAİALILARDAN Bahsederken "Cesur ve mert bir halk" derdi.
   
     GECENIN SESLERI-7

Sabah sabah gün doğarken horozların sesiyle uyansam.Bahçedeki su kuyusunun başına gidip ucuna kova bağlanmış ipi  boşluğuna bırakip çıkrığı serbest bıraksam,kova kendi ağırlığıyla kuyudaki suya balıklama dalsa ve kana kana susuzluğunu giderse....
      Sonra yukarıya bakıp,çek beni dese.Usul usul çıkrığı çevirsem.Gecenin ayazını yemiş ,kemikleri kireçlenme olmuşçasına gıcirdiya gıcırdıya dönse. Yüreği su dolu kova avuç avuç buz gibi suyu ona uzattiğım ellerime dökse ve ben avuç dolusu suyu suratıma vursam,ayılıp kendime gelsem.
      Surların arasinda sıralanmış giden evleri birbirinden ayıran bahçe duvarları.Topraktan yapılma anatomisiyle komşunun bahçesinden bedenine düşen çiçeğe hayat verse,sıvaları dökükte olsa beyaz badananın üzerinde halen kalıntıları kalan oksit kırmızı ve çivit mavi boyalar yer yer
görünüp yeşilliklerle kucaklasa.Düşmemek için dallara son bir hamle ile tutunan yaprakların arasından cılız güneş ışıkları, mızrak gibi toprağa saplanįp rüzgarla savrulan yaprak hareketleriyle sallanır gibi dursa ve o mevsimine göre binbir nebatatın kokusunu ciğerlerime doldurup sokak ile aramı açmaya çalışan ve beni durdurmak için demir kol surgulerini bedenine dolayan o koca tahta kapının açılır küçük kapısından hızla sokağa kaçıp karşı evin köşesinde ucu toprağa gömülüp unutulan bizans sütün taşına oturup koca kapıya baksam.Çok şeymi istemiş olurum ,sanmam.Ne çok şeyleri modern yaşam adına terk ettiğimizi görür,bu gün doğal yaşam altındaki saçmalikları düşünüp,gülerdim.
      Koca ahşap kapıya bakarken surları bir birine bağlayan ana kapılar canlandı gözümde.Ne kadar da benziyorlar bir birldrine.Birinin üzerinde taç duvar,diğerinin üzerinde kiremitle õrtülu ahşap taç kemer.Antik kapıda  kocaman kemerli ve ozamanki atlı arabaların,kervan ve orduların geçtiği orta kapı,iki yanında'da yayaların geçtiği iki dar kapı. Bahçeyi çeviren ahşap kapının bir kenarında saygıyla açılan tali kapı.
      Evimizin mimari yapısına bakıyorum. Surlara belirli aralıklarla iğne oyası gibi işlenmiş burçların bir bir benzeriydi üst katlardaki cumba'lar.
     Birden açıldı cümle kapı.Anam elinde oklava tam bir" AMAZON".Elindeki oklavayı tehditkar sallayıp yine ne cinlik düşünüyorsun haylazlık yapma diyor.Gülüyorum,söyleniyor ve kapı önünden kaptığı terliği Mancınık gibi gerdiği bedenini bir anda boşaltıp fırlatıyor.Eğilmesem,tam isabet.Belki de güneşe karşı atış yapmasıydı beni o atıştan kurtaran ,yıllarca devlet kapısında gardiyan olarak gõrev yapan anam,asla iskalamaz boşa  harcamazdı.
      Uzaklardan çekicin murç ile bir mermer blok üzerinde ölümüne savaş sesleri geliyordu.Kavgayı organize eden köle.İşinin ustasıydı.O bir efendiye çekiç ile murç ta ona bağlıydı.Efendi,köleye günde iki kez lapadan oluşan yemek verirken,köle. Çekiç ile murca onu da vermiyordu.Ezildikçe gaddarlaşmış ve acımasız olmuştu.
      Çekiç.Hırsını murçtan çıkartıyor ve hırsla tepesine vuruyordu.Çaresiz murç hayatta kalmak için õfkeyle mermere saldırıyor ve şekillendiriyordu.
         ××××××××
     Mermer blok her darbeyi sessizce gövdesine alırken,yere avuç avuç toz akıyor ve terk ettiği bölgede bir suret belirirken çekici vuran kölenin bedenin de yaralar açılıyordu.
      Akşamın baş ağrıları ile boğuşan komutan sıradaki insanları işaretlediği renkli taşı sert şekilde masaya koydu,çıkan ses duvarlarda yankılandı.kõhne ve karanlık salonu,duvardaki iki meşale aydınlatıyor bir yandan da odaya is ve yağ kokusu yayılıyordu. Komutanı yoran,baş agrisini zirve yapanda buydu.temiz havaya ihtiyaci vardı.
       M.ö.20-30. Yillardı. Ve henuz imparatorluk statusu almamış,ismi konmamış bithina kenti nikaia da bir avuç AMAZON vardı.Gözü pek,cesur ve savaşçı.. Kadınların sadece kuluçka makinesi ve hatta insanlığin başına gelen felaketlerde kurban verildiği,yıllar yani.
     Ve ne hikmetse,her uğursuzluğun sebebi "KADIN". Bereketin semboluydu.İsmi yavaş yavaş şekillenen ana tanrıça "KIBELE". Yani bu gün ki  ismi ile Sibel

    Yiğitçe vuruştu,Turuvalılar ve Nikaiadan gidenler.Ne gidenler döndü geriye nede bir tek turuvalının mezarı vardı dünya üzerinde.Sadece bir avuç toprak yığınıydı,görünen..  
      Kõle,işine döndü,ilk yontusu olan tanrı herakles den ona bir fayda yoktu.Kaba mermer kavrulurken güneş altında ,yontudan dökülen her toz.  Ter tanesi gibiydi,Akıp gidiyordu yerdeki taş yongalarinin arasına.
      Bir sonra ki molada sanki yontulan mermer blok değilde kõleydi.taştan kalkan toz tüm bedenini yapışmış ve kale mükemmel bir heykele dõnmüştü.Atölyenin efendisiyle göz göze geldiklerinde şaşkındı,efendi.Karşısında mükemmel bir eser vardı ta ki köle tozdan õksürüp tıksırana dek.
       Delik taştan usulca indi,aşağıya.Sangarion nehrine doğru yürüdü,adam akıllı bunalmiştı çok sıcaktı.usul usul nehire girerken suyun değdi yerlerde güneşten kavrulup esmerleşmiş teni,mükemmel bir bronz olarak şekilleniyordu.bir kaç adım daha attı sonra balıklama daldı suya.Bu mevsimde berrektı sangarion.dipteki balıklar ile göz göze geldi,nekadar õzgürdüler,su altînda istedikleri yere yüzüyorlardı. Kordekia lar ve taşların altinda kestaruslar vardı.

      Nefes almak için yüzeye çıktı,efendi karşısıda durmuş,gõzlerinden alevler saçıyordu.Kıyıya çıkmak ile çıkmamak arasında kararsızdı.Sangarion nehrine bıraksa kendini,õzgürdü,ama bitirmesi gereken son bir lahit vardı ve o lahide  siparişi verenin değil,kendi yaşam öykusunu yontuyor ruyalarına giren eki yaşam yerine ulaşmak için bloğun içini hızla boşaltıyordu.
     Sallanarak çıktı,sangarion dan ve buyuk adımlar ile ilerlerken ardında su damlacıklarından oluşan bir yol bırakıyordu. Ve kendisinden geride en derin belirti olarak çıplak ayak izleriydi.Elleri yeterince maharetliydi ve fazlaca kalinti yontmustu
O zamanki yüz yılda,doğada yaşam zordu.insan denen canlı bile kurda kuşa yem olurdu.
        ××××××
    Aklını kullandı,kayanın dibindeki kalabalik dağılıp saz kulubelerine dönmüş o ise merakina yenik düşüp yumuşak kilden yapıp kayanın tepesine koyduğu ve ani bastıran yaz yağmuru ile yok olan kadın ve erkek heykelciğinin izini arıyordu.Sonun da iki kil figürün hızla inen yağmur ile eriyip gittiğini gördü ama diğerleri bunu bilmiyor ve ona yiyecek taşıyordu.Bunu fırsata çevirmesi gerekti,gerekeni yaptı.
      Komutan Antigone,etrafına bakındı.Temiz hava iyi gelmişti ona ama gelen haberci hiçte güzel şeyler anlatmiyordu.
      Bir emek vermiş,bağı bahçesi bol yer olan helikore yi güzel bir kent haline getirmiş ama aynı savaşlarda omuz omuza verdiği bir başka komutan büyûk bir ordu ile Helikore ovasına doğru geliyordu."Lyskiyamos".Bunu bana nasıl yaparsın,neden.? Dedi sesini yükselterek.Onca düşmanı birlikte yok ettik ulu komutan İSKENDERin emrinde,şimdi biz,bizemi düşman olduk de hele.
    Beyninin içinde yeniden çanlar çalmaya başladı,ve az õnce duvarlardaki yağ kandillerinin kokusunu duydu,genzi yandı.Öksürüp aksırırken haberi getiren ulağa çatlak bir ses ile sadece tanam,diyebildi.Sessizce çıktı huzurdan,ulak,yorgundu bir iki yudum şarap içip suzluğunu giderip yumuşak bir şilte ûzerinde musade edildikçe uyumaliydı.
    Öfkeden burnundan soyluyordu sanki,Antigone.Can dostu bir kaç asker ile gelse mesele yoktu ama ardında koca bir ordu ile bu tarafa geliyorsa,durum hiçte iç açıcı bir hal değildi.Çok hızlı düşünüp karar vermeliydi ama zonklayan beyni izin vermiyordu.
      

Yorumlar

Popüler Yayınlar